Artık
pencereye tüneyip meydanı izlemenin de zevki kalmadı. Kış güneşi ısıtmasa içimi,
uğraşmayacağım hiç; iki zırhlı araç, üç polis arabası, simitçi kestaneci
mısırcı, birkaç da tuhaf turist. Bana sorarsanız o son patlamadan sonra ağaçlar
bile yapraklarını dökmek istemiyor. Hepsi dallarında kurumuş kalmış. Can suları
çekilmiş sanki. Yüzyıllar var ki böylesini görmedim. Mırhak! Savaşlar,
ayaklanmalar, yangınlar ve kutlamalar ve
karnavallar gördüm. Tutulduğunda aya tabancayla ateş eden insanlar. Salgın
hastalıklar gördüm, irin, kan, kılıç yarası, gözyaşı, gürz, çekiç, altıpatlar,
barut, is, ateş, isyan. Ve haykırışlar ve sessiz hıçkırıklar ve yakarışlar
duydum; zafer çığlıkları, sevinçli şarkılar, içten ağıtlar. Nika ayaklanması
sırasında da buradaydım, Osmanlı kuşatmasında da. Asilzadelerin korkusunun
kokusu bastırmıştı şehre yayılan kan kokusunu. Mırhat! Dedim ya böylesini
görmedim. Onursuz oluyor artık savaşlar bile.
Aldığım
her soluk yılgınlığımı koyultuyor. Öyle ki dışarı çıkmak gelmiyor içimden.
Arada bir, o da güneş çıkarsa arkeoloji müzesine kadar gidiyorum. O kadar işte
daha fazla değil. Ruhumun yorgunluğu ağırlaştırıyor yaşlanmayı unutan bedenimi.
Görece iyi bir günümdeysem ya da ilgimi çeken bir ziyaretçi olursa takılıp
peşine gölgeli galerileri dolaşıyorum. İçinde yaşarken kıymetini bilmediğim eşyanın,
taşın, duvarın, kılıcın, aletin edevatın, sekiz kollu şamdanların,
buhurdanlıkların ve ona ait mücevheratın arasında geçmişin hayaletlerini kovalıyorum.
Ona, yani ilk yoldaşım Sofya’ya. Sofya prensesim. Güzel siyah saçlarında bahar
rüzgârlarıyla, beyaz etekleri uçuşarak çıkıyor koridorlardan imparatorluk
locasına. Bazen kucağındayım, bazen arkasında. Başında altın yapraklardan örülü
zarif bir taç var. Koştukça dalgalanan saçlarının arasından parlayarak
gözlerimi alıyor. O taç şimdi üçüncü kattaki küçük salonda.
Bu
salondaki memur müzedekilerin en dostanesidir. Kapı görevlileri, koruma
polisleri, gişede bilet satan saçları sonbahar sarısı genç kadın dâhil. Şanslı
sayıyorum kendimi. Uğradığımda yavaşça mırıldanarak geçerim yanından. Bir
ziyaretçiye bilgi veriyorsa usulca alır bakışlarıyla. Uygunsa yanına çağırıp
tüylerimi okşar. Diyalog olduğunu düşündüğü bir monoloğa girişir hemen. Sahiden
anladığımı, kırmamak için sabırla beklediğimi bilse Tanrı korusun fücceten… Neyse,
oğlum deyip durmasa bari. Büyük büyük büyük dedeleri Dağıstan’dan varıp
geldiğinde bin yaşındaydım muhtemelen. Mırinsaf! Sabır taşı değilim ben de. Bazen
bir pençeyle susturasım gelmiyor değil ya, tutuyorum kendimi. Çünkü o da
onlardan biri. Bedeni boşluktan, ışıklı, uçucu, belli belirsiz mavi bir çizgiyle
ayrılmış olan o insanlardan, bilirsiniz. Benimki de boş mır işte. Nerden
bileceksiniz.
Yeterince
sevip, oyalandığına kanaat getirdiğini hissettiğimde bir punduna getirip
sıvışırım yanından. Sofya’nın altın yapraklı tacının olduğu camekâna seğirtmem
dosdoğru. Aksine geciktiririm. Cumhuriyet’in ilk kurulduğu yıllarda Alman bir
tıp profesörüne yarenlik etmiştim ötedeki fakültenin bahçesinde. Dost
sohbetlerinde kulağıma iliştiği kadarıyla, o hazzın ertelenmesi diye tarif
ederdi benzer durumları. Benimki de o hesap işte. Orada olduğunu bilince,
ağırdan alırım olabildiğince. Sonunda sırça fanusun önüne vardığımda uzanıp
gerilen bedenim heyecandan tir tir titrer. Ölmeyi unuttuysam da aşkı unutmadım
herhalde. Aklınızdan geçen şeye bak. Hem sonra öyle olsa bunca camii, kilise,
müze, saray, bahçe, park, sarnıç, medrese, tekke, zaviye, türbe, yatırla
çevriliyken ne işim var hafta sekiz gün dokuz üçüncü kattaki küçük salonda.
Bazen
başıma olmadık işler de gelmiyor değil bu gezintilerim sırasında. Geçen gün
girişin solundaki antik çağ salonunda turlarken, üzerindeki rölyefleri çok
beğendiğim bir lahdin kapağının bilmem ne sebeple yana kaydırılmış olduğunu
fark ettim. İçinde olmak nasıl bir duygudur merak ettim. Bir sıçrayışta çıktım
üstüne, aralıktan süzülüverdim. Serin, nemli, karanlık. Değmezmiş diye düşünüp
çıkmaya yeltenirken iki görevli gelip kapağı üstüme kapatmasın mı. Kanım çekildi,
öylece donup kaldım. Müzenin kapanış saati de yakındı, Sofya’nın tacına bir göz
atıp çıkacaktım, nereden esmişti de dalmıştım o acayip salona. Akşamın
sessizliği çöktü. Saatlerce gece bekçisinin ayak seslerini bekledim.
Topuklarının
mermer döşemede çıkardığı tıkırtıları duyunca bastım feryadı. Başkası gecenin
orta yerinde o lahdin içinden boğuk çığlıklar geldiğini duysa, emekliliğini de
yakıp arkasına bakmadan kaçardı. Yürekli adammış. Mıravo! Geldi tüm gücüyle
ıhlaya tıslaya ittirdi kapağı da, belediyenin çöp tenekelerinden fırlayan yeni
yetmeler gibi dışarı atlayıverdim bir hışımla. Niye içerde kalmaktan
korkuyorsun ki, nasılsa ölmeyeceğini biliyorsun diyeceksiniz. Klostrofobi var
bende. Yıllarca fark etmediklerini düşünsenize. Kapalı yerde kalma korkusu
canım işte. Tababetle ilgili bilgimin çoğunu borçlu olduğum o Yahudi hocadan
söz etmemiş miydim size? Ettim mi yoksa? Mırbuyrun! Bazen unutuyorum bir gün
önce ne yediğimi bile.
Kimileyin
elimde olmayan nedenlerle uzayan kısa gezintilerim dışında genellikle
buradayım. Hafta sonlarıyla tatil günleri yine fena değil de hafta içi değişik
bir insan yüzü görmeye hasret kalıyorum. Muvakkithanedeki saatin tik takları
duyuluyor neredeyse. Öyle tenha. İki hafta önce yerden tavana kadar iskeleler
kurdular. Güçlendirme çalışmaları yapıyorlar. Olası yer sarsıntılarına karşı
tedbir alıyorlarmış. Mır! Ne olsa eski bina. Eşya da bir yere kadar
dayanabiliyor zamana. Sağlammış yine. Kaç neslin gelip geçtiğini düşününce, kaç
kış, kaç bahar.
Akşam
olup el ayak çekildi mi iskelelere vuruyorum kendimi. Bir aşağı, bir yukarı.
Her açıdan görmek hoşuma gidiyor kaç bin yıllık evimi. Avizeleri, levhaları,
mozaikleri, minberi, sunağı, tavan resimlerini. Biraz
hareket etmenin yararına da inanırım doğrusu. Adet ettim uyumadan son bir kez
en tepesine çıkıyorum iskelelerin. Derince nefesleniyorum, sonra dört ayağımı
açıp salıyorum bedenimi alt katın göbeğine. Mırgörün! Böyle küçük eğlenceler de
olmasa sonsuzluk çekilecek dert değil.
Dün
gece yine bıraktım kendimi iskeleden tepe aşağı. Bizim gece bekçisi görmüş, Sade
diye bağırarak koşturdu. Daha yeni düşmüştüm ki tercih ediyorum biraz dinlenmeyi
kalkmadan önce. Toparlanmak zorunda kaldım tabii bu gelince. Benim adım Teo. Beni
benim olmayan isimlerle çağırma desem anlar mı? Anlarlar mıydı? Fakir, Gece,
Behlül, Piyer, Lokma, İncir, Üzüm (Yok daha neler!), İs, Karam, Kurum, Mirim…
Adam sen de. Hangi birini düzeltecektim. Alı al moru mor. Ödümü kopardın, dedi, seni gidi eşşoğlusu.
Çopur suratının ortasına bir tırmığı hak ediyordu esasen ama babandır
gibisinden hırlamakla yetindim. Bedeni boşluktan ayıran malum mavi çizgi. Bakmayın
iyi çocuktur Rıfkı. Yine de birkaç hafta kaybolmak fikrini o anda düşürdü
aklıma. Semte çıkıp bizim serserilerle takılırım. Bakınsın dursun. Bir dahaki
sefere de pul pul dökülüp akan egzamalı kulağı ağzından çıkanı duysun.
Gel
de süt vereyim biraz dedi arkamdan. Duymazdan gelip yürüdüm. Geceleri üst
koridordaki nişte yatıyorum. Burası bana ilk evimi en çok hatırlatan yer. Sofya
ile yaşadığımız kadim saray. Beyaz has ipek çarşafların üstünde, kolunun altına
kıvrılırdım. Duvardaki mumlardan süzülen bal renkli ışık Sofya’nın üzerime
örtülüp tüylerimle karışan saçlarını aydınlatırdı hafifçe. Gözlerimi kapardım.
Onu kendi türümden olmayana duyduğumdan bu sonsuz yaşamla cezalandırılan ben,
aşkı saklıyorum içimde. Peki ya mutluluk? Neydi sahi bir kelimeden başka?
Yanlış
görmüyorsam mavi beyaz çizgili bir tur otobüsü geldi. İçeri girerler mi acaba?
Gişeye doğru yürüyorlar. Japonlar galiba. Kapanışa en fazla bir saat var.
Neyse! Olmazsa tekrar gelirler. Ana kapıya gideyim de karşılayayım bari. Severim
Japonları. Biraz da mağazada vakit geçiririm. Sonra karışırım son konukların
arasına. Vın! Mırveda demiyorum. Görüşürüz nasılsa. Kat otoparkları, tramvay
gürültüsü, elektrik telleri, zevksiz oteller ve daha zevksiz lokantalar ve kötü
müzik ve trafik. Karmaşa kıyamet, anlamsız telaşlar, iç burkan bir sefillik. Ne
yana dönsen başka türlü çirkinlik. Yine de en kötüsü kaygılı, karanlık, asık,
yoksun, mutsuz, umutsuz, gözünün feri kaçmış insan yüzleri. İnanır mısınız düşüncesiyle
bile yoruldum şimdiden. Hiç belli olmaz. Döner gelirim bakarsınız
planladığımdan da erken.