Marx
ve Engels 1848 yılında yayımlanan Komünist Parti Manifestosu’nun
girişinde “Bugüne kadarki tüm toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir”
diye belirtir. 1888 yılındaki İngilizce baskıya Engels’in yaptığı “tüm yazılı
tarih” katkısı ise anlamlıdır. İnsanlığın aslen yüz binlerce yıl sınıfsız,
ortaklaşmacı bir toplumda yaşamış olduğunu ima eder adeta. Marx ve Engels’in
parmak bastıkları nokta, ilkel komünizmin ortadan kalkmasıyla gelişen
toplumların tarihinin, sınıf mücadelelerine içkin olduğudur.
Geoffrey
Ernest Maurice de Ste. Croix’nın, Türkçe çevirisinde 880 sayfalık bir hacme
ulaşan başyapıtı Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi’niböyle bir
bakış açısıyla kaleme aldığından bahsedebiliriz. İkinci bölümde sınıftan
bahsederken kaleminden dökülenler şu şekildedir:
“Özünde
bir ilişki olan sınıf, sömürü olgusunun kolektif toplumsal ifadesi,
sömürünün toplumsal yapı içindeki cisimleşme biçimidir. Sömürü ile
başkalarının emeğinin ürününün bir kısmının temellük edilmesini kastediyorum:
Meta üreten bir toplumda bu, Marx’ın ‘artı-değer’ adını verdiği şeyin temellük
edilmesidir. Bir sınıf (belirli bir sınıf), bir toplulukta bütün bir
toplumsal üretim sistemi içindeki konumlarıyla teşhis edilen, her şeyden önce
üretim koşulları (yani, üretim araçları ve emek) ve diğer sınıflarla
ilişkilerine göre (esas olarak sahiplik, ya da denetimin derecesi bağlamında)
tanımlanan bir insan grubudur... Verili bir sınıfı oluşturan bireyler, bir
sınıf olarak kendi kimliklerinin ve ortak çıkarlarının tamamen ya da kısmen
farkında olabilir ya da hiç olmayabilirler ve aynı şekilde, diğer sınıfların
üyeleriyle aralarında bir uzlaşmaz çelişki hissedebilir ya da
hissetmeyebilirler.”
Ste.
Croix’nın kapsamlı yapıtı kendi alanında emsalsizdir. Margaret Wason’ın Antik
Yunanistan’da Sınıf Mücadeleleri (1947) kısa bir zaman dilimini
kapsamasıyla, Ste. Croix tarafından haklı bir biçimde göz ardı edilebilir
olarak değerlendirilirken, P.A. Brunt’ün kaleme aldığı Roma Cumhuriyeti’nde
Toplumsal Çatışmalar (1971) yazar tarafından övülmekle birlikte, daha da
sınırlı bir alanı kapsar. Ste. Croix’nın yapıtı, Batı dillerinde, antik
dünyanın büyük bir bölümünü aşağı sınıfların çıkarları bağlamında anlatmayı
deneyen bir kurguyla yazılmış tek yapıttır.
Ste.
Croix, diğer tarihsel dönemler arasında antik dünyanın tarihsel maddeci
çözümlemesinin geçerliliğini ortaya koymak için geniş yelpazeye yayılan bir
çabaya girişir. Yazar, Marx’ın kullandığı bağlamda olmak üzere “sınıf”,
“sömürü”, “artık-değer” ve “üretim biçimi” gibi kavramları tam anlamıyla
tanımlayarak yola koyulur. Farklı tarihsel dönemleri kapsayan kitap, Antik
Atina’da demokrasinin ortaya çıkışı ya da Yunan site-devletinin çöküşünün Roma
İmparatorluğu’na toplumsal etkileri gibi çok çeşitli sorulara yanıt aramaya
çalışır.
Ste.
Croix, antik dünyaya uygulanan analitik bir çerçeve olarak kurguladığı “sınıf
mücadelesi”nin savunusunu gerçekleştirirken, Marx’ın kavramsallaştırmalarının
önemli bir biçimde Aristoteles’in siyaset felsefesine ve Tukidides’in tarih
yazımına yakın olduğundan bahseder. M.Ö. 5. ve 4. yy. kaynaklarına yaptığı
sayısız gönderme, Yunan yazarların (Platon dahil olmak üzere),ekonomik
çıkarların siyasal eğilimleri belirlediğine dair olan görüşlerini tartıştırmaya
yöneliktir.
Ste.
Croix haklı bir biçimde, prekapitalist bir topluma 19. yy. sanayiciliği
tarafından şekillenmiş, yorumlayıcı bir model ile bakmanınherhangi bir
anakronizm teşkil etmediğini iddia eder. Bununla birliktezaten Marx da
toplumların çeşitli ekonomik formları arasındaki önemli farkların altını
çizmiştir. Ayrıca “sınıf”, sömürünün kolektif ve toplumsal bir ifadesi olarak,
üretimin koşullarında ve toplumu oluşturan bireylerin birbirleriyle girdiği
ilişkide cisimleşir ve tüm toplumları anlamada en önemli anahtar görevini
görür. Yazar ayrıca sınıfın ve onun sömürü, mücadele gibi sonuçlarının bu
önemli özelliklerini göz önünde bulundurarak, antik dünyaya dair yapılacak bir
çalışmanın modern dünyayla bağlantılı olarak ele alınabileceğinin altını çizer.
Antik
toplumda refah hiçbir zaman sadece köle emeğiyle üretilmemiştir. Bununla
birlikte Ste. Croix, araştırma konusu ettiği zaman aralığının (M.Ö. 8. yy. ile
M.S. 7. yy. arasındaki yaklaşık 1300 yıllık süre) erken döneminde sömürücü ve
mülk sahibi sınıfın temellük ettiği refahın köleler tarafından üretildiğini öne
sürer. Zaman geçtikçe (kitabın başat konusunu aslında bu oluşturur) mülk sahibi
sınıflar -Ste. Croix tarafından toprağından kaynaklı yeterli gelire sahip
olduğu için üretim sürecinde yer almayan sınıflar- köle olmayan çalışan nüfusu
da sömürmeye başlarlar. Bu, mülk sahibi olmanın verdiği üstünlük aracılığıyla
emeğin ürününü temellük ederek gerçekleşmez, tam tersine kira (para ya da
mukabili), vergiler ve borç esareti ile garanti altına alınır. İncelemeye konu
olan dönemin sonuna doğru Roma İmparatorluğu’nun (M.Ö. 2. yy.’dan itibaren
Antik Yunanistan’ın da bir parçası olduğu) tüm çalışan nüfusu serflerin
statüsüne sahiptir. Toprağa bağlı ve toprak sahipleri için artı-değer üretmekle
yükümlüydü. Bu nüfusa dahil olan köleler büyük malikânelerde prangalı mahkumlar
olarak çalıştırılmak yerine, küçük çiftliklerde istihdam ediliyordu.
Ste.
Croix köle olmayan çalışan nüfusun artan bir biçimde sömürülmesini, belli bir
andan itibaren bunların beslenme zorunluluğunun ortaya çıkmasına bağlar. Ortada
sadece savaşlarda ele geçirilen bir toplam yoktur. Besleme, fazlasıyla
maliyetli olduğu ve mülk sahibi sınıfın yaşam standardını -yani temellük
ettikleri refah düzeyini- idame ettirebilmesi için, köle olmayanlardan daha
fazla artı-değer elde edilmelidir.
Ste.
Croix’nın Hıristiyanlığa bakış açısı da düşmancadır. Roma İmparatorluğu’nun
Hıristiyanlığı M.S. 313’te bir devlet dini olarak kabul etmesini, Batılı temel
kaynakların iddia ettiğinin aksine uygarlıkta bir ilerleme olarak görmek
yerine, bunu tümüyle bir gerileme olarak ele alır. Piskoposlardan oluşan bu
ruhban sınıfının başka bir asalaklar katmanı yarattığını iddia eder. Bu ruhban
sınıfı, çalışan nüfusun harcadığı emeğe hiçbir katkıda bulunmadan, dinsel zulmü
kışkırtarak var olur.
Bu
detayda ve kapsamdaki her kitap çok sayıda fikir ayrılığına açıktır. Örneğin
kuramsal düzeyde tartışılan emek-değer kuramının kimi bölümleri tartışmaya
açıktır. Aslına bakılırsa sömürülen bir sınıf olarak kölelerin algılanışı da
sorunludur. Marx’ın köleleri üretim araçlarının bir parçası olarak görmesi
(benzer bir biçimde Aristoteles’in de onları canlı aletler olarak nitelemesi)
buna kanıt sunar niteliktedir.
Bununla
birlikte seçkin bir klasik dönem yazarı tarafından ortaya konulan bu muazzam
yapıttan sonra, antikitenin incelenmesi için Marksizm’in uygun olup olmadığını
tartışmak beyhude bir çabadan öteye gitmeyecektir. Toplumbilimsel sezgiyi
sağlam bir tarihsel işçilik ile bütünleştiren G.E.M. de Ste. Croix, 1400 yıl
önceki grekoromen uygarlığın (arkaik çağdan Arap fetihlerine kadar) başlıca
kurumlarının, toplumsal gruplarının ve tarihsel gelişmelerinin yeni ve
bütünlüklü bir dökümünü ortaya koyar. Böylelikle Antik Yunan Dünyasında
Sınıf Mücadelesi bugüne kadar yapılmış en kaliteli klasik toplum incelemesi
olmakla birlikte, tarihsel toplumbilime de önemli bir katkıyı ifade eder.